Makaleler

Published on Aralık 11th, 2024

0

İnsan Hakları Deklerasyonu’nun [1948], burjuva çerçevesinin eleştirisi | İbrahim Atmaca


Hüseyin Şenol arkadaşımız, 9 Aralık’ta yayınlanan “İnsan Haklarının Temel Taşları” konulu makalesini incelerken, beni biraz daha geriye, bu belgenin yaratıldığı döneme dönüp, dünya ve bölgesel ölçekte aktüel bazı siyasal olaylarla bağlarına işaret etme düşüncesini geliştirdi. Aşağıdaki yazı, bildirgenin doğumu sırasındaki zaaflarını  ve burjuva çerçevesini, eleştiri konusu yapmaya, daha doğrusu o dönemde, Sovyetler Birliği Delegasyonunun belgeye olan eleştirilerine yeniden  güncelle bağına notlar şeklinde bile olsa, işaret ederek, güncel tartışmalara katkıda bulunur temenisiyle uzun aktarmalarla, yeniden hafızamızı yeniden güncellenmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum Bu anlamda, insan hakları haftasına da, katkıda sunmuş olmayı ümit ediyorum.

[Yazıda kalın yazılan aktarmalar deklarasyondan yapılan alıntıları, italik olarak işaret edilen yerler, Sovyet delagasyonun eleştirilerinden yapılan aktarmaları ifade etmektedir.]

I.Teminat altına ve güvenceye alınmayan hak ve özgürlük, boş söz olmaktan öteye gidemez 

1. Deklarasyonun elbette “bazı üstünlükleri yanında bir dizi büyük zaafları da içinde barındırmaktadır. Deklarasyonun esas eksikliği onun formel-hukuk karakterinde ve bu deklarasyonun ilân edilen temel özgürlükler ve insan haklarının gerçekleşmesinin teşvik edilmesine uygun önlemleri hiçbir şekilde içermemesinde yatmaktadır.” Örneğin, “Her insanın yaşam, özgürlük ve kişiliğine dokunulmazlık hakkı vardır” noktasını ele alalım. Madde bu haliyle, bu hakkın gerçekleşmesi- garanti altına almak demeyelim- ama en azından teşvik etmek için, devlet tarafından acilen ele alınması gereken önlemlere dikkat çekmemesi göze batmaktadır. Burjuva devletler, bu maddeyi tamamlamak adına, Sovyetler Birliği delegasyonunun, “Devlet her insanı cürm ve darbeler karşısında korumayı ve onu açlıktan -veya bitkinlikten ölme tehlikesinden koruyan koşulları garanti etmek zorundadır” şeklinde ek isteklerini reddettiler. Günümüzde, sözü edilen garantiler, bir yana, formel-hukuki olarak ilân edilen soyut haklar bile adım adım bertaraf edilmekte, gericilik ve faşizan yasalarla adeta bir kenara iten keyfi polis devleti uygulamaları örneklerini saymakla bitiremeyiz.

2. Deklarasyonun, “sosyal güvence hakkı ve bu maddede dendiği üzere, insan onurunun korunması ve kişiliğin özgür bir şekilde gelişmesi için gerekli ekonomik, sosyal ve kültürel alandaki hakların ulusal çabalar ve uluslararası işbirliği vasıtasıyla ve her bir devletin yapısı ve araçlarıyla uyum için kullanmasını bildiren 23. Maddesi var. Fakat bu madde, burada öngörülen görevi hakkıyla yerine getirmeyi öngörüyor mu? Hayır.

Maddenin esas konusu eksiktir; “yani toplum ve devletin, kişiliğin  ekonomik, sosyal ve kültürel alanda özgürce gelşme olanağını sağlamak için, yasa çıkarmak da dahil, tüm önlemleri almakla yükümlü olduğuna dikkat çekmek.” Ancak deklarasyon bunu yapmadığı için, aslı bir boş etiketten öteye gitmemektedir.

3. Sovyet delegasyonunun, önerdiği bir başka madde; Çalışma ilişkisi içinde bulunan tüm insan için, yani işçi ve hizmetlilerin tümü için her ülkenin devleti tarafından üstlenilen bir sosyal-sigorta -burada sosyal yardım ve sosyal sigorta söz konusudur- Sovyet delegasyonu, bu sorunu gerçek bir temele oturttular ve “bunun için gerekli giderlerin hangi tarzda karşılanması gerektiğini, emekçilerin sosyal sigorta, sosyal yardımdan yaralanabilmesi için somutlaştırdı: burada “ilk kaynak devletti, diğer kaynak ise işçinin emeğinin sömürülmesinden kazanç elde eden kapitalistlerdir. Bundan dolayı emekçi insanların maluliyet, yaşlılık, hastalık vs. durumunda emekli maaşları ve diğer güvencelerle korunmaları gereklidir.”

Bütün bunlar kabul edilmiş olsaydı, “bunlar sadece ahlaki olarak yükümlü kılıcı önlemler olarak bile olsa, kabul edilmiş olsaydı, o zaman bu proje sadece kazanmış olurdu.” Fakat bunun yerine, yaklaşık 200 yıl öncesinde kalan, ama bugün artık hiç kimsenin gözünü boyayamayan bolca boş laf, süslü laf örnekleriyle dopdolu soyut bir yol tercih edilmiş  oldu. Elbette bu kulağa hoş gelen  formüle edilişin ardında fetiş ve düşleri yıkan acı gerçeğin saklı bulunduğunu, bu arada bizzat yaşam kanıtlamıştır. Artık Fransız devrimi, Amerikan devrimi ve 17.Yüzyıl çağından kalan tüm bu boş laflar ve formüle edişler bugün değerini yitirmiş durumda olmakla kalmıyorlar, emekçilerin ve hizmetlilerin artan sefaletiyle günlük yaşamlarına acı ve yoksulluk olarak yansıyor. 

II. Faşizm, “halklardan nefret, halklar arasında düşmanlık yayma, onlar arasına nifak sokma, yeni bir savaşı kundaklama gibi “düşünceler”e özgürlük  tanınamaz

4. Deklarasyon, “her insan fikir özgürlüğü ve bunları özgür bir şekilde ifade etme hakkında sahiptir. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, devlet sınırlarından bağımsız olarak bilgileri ve fikirleri her araç ile aramak, elde etmek ve yaymak özgürlüğünü içerir” demektedir. İlk bakışta, itiraz edilemeyecek bir görüş gibi görünüyor ve ilerici ve devrimci çevrelerde, yaklaşık olarak buna yakın görüşler dile getiren insan, yeterince sol mecra bulunmaktadır. Ancak Sovyet delegasyonu, Haklı olarak maddeyi bu biçimde tatmin edici ve kabul edilemez bulmuşlardı. Bu maddenin “birinci zaafı sözde bir özgürlüğü, “bilgileri ve fikirleri yaymak” özgürlüğünü genel olarak ilân etmekle kendisini sınırlamasıdır.

Burada sınrlayıcı bir fren olşturacak bir eşik şu; “Hangi fikirler özgürce ve engellenmeksizin yayılabilir?” Bu soruya öyle inanıyorum ki, ilerici cephede yer alan çok sayıda insan bile fazla düşünmeden “fikirlerin hepsi” diye yanıt verecektir. Oysaki Sovyet delegasyonu şu yanıtı veriyorlardı; “Biz bu görüşü onaylayamayız; çünkü faşizm, ırklardan nefret, halklardan nefret, halklar arasında düşmanlık yayma, onlar arasına nifak sokma, yeni bir savaşı kundaklama gibi “düşünceleri” yayılıp yaygınlaştırılmasına imkân verilmemelidir, biz böylesi bir “özgürlüğe izin veremeyiz.

Faşizmin sözde “fikirleri”nin yayılmasına, bizler bunun sonucunda çocuklarımız, erkek kardeşlerimiz, babalarımız, kızkardeşlerimiz, analarımız, kızlarımızın milyonlarca yaşamlarıyla bedeller ödemiş olduğumuzdan imkân verilmesini yanlış buluyouz. Bunun sonucunu, halkımıza 2. Dünya Savaşı yıllarında topraklarımızda akmış bulunan oluk oluk kana mal olan kendi deneyimimizden biliyoruz.

Bizler, hepimiz faşist “düşünceler”in yayılması, sözde özgürlüğünün nereye götürdüğünü çok iyi biliyoruz ve bu deneyimin tekrar etmesine göz yummak istemiyoruz ve yummayacağız. Özgürlük düşüncesinin ,daha şimdiden başını çıkarmış olan faşist propagandanın ve daha da başını yükselttiğinde eğer bu deklarasyon her türlü ve buna göre faşist “düşüncelerin”de özgürce yaygınlaştırılması hakkı ilan edilmesini  öngörürse, böylesine bir düşünce özgürlüğüne sakince bakıp geçmeyeceğiz. Hayır, Barışsever, demokratik ülkeleri bir kan denizinde boğmaya çalışmış olan faşizmin bu korkunç propagandasını daha rüşeym halinde iken bastırmak zorundayız.

 Eğer bir özgürlük kamu esenliğinin zararına, halka zarar vermek için kullanılıyorsa, o zaman bu sınırlandırılabilir.

Evimizi ateşe vermeye ve bizi katletmeye hazırlanan, kentlerin sokaklarında ateşlenmiş meşalelerle serbestçe dolaşan insanlara göz yumulamaz. Böylesine bir özgürlüğü kabul etmiyoruz ve deklarasyonumuzun Birleşmiş Milletler adına Hitler ve Goebbels’in düşüncelerinin yaygınlaştırılması özgürlüğünü ilân etmesini onaylamıyoruz.

Bize şu söyleniyor: Faşist “düşünceler”e karşı düüncelerimiz ile mücadele edeceğiz. Bu sınırsız özgürlüğün” ve buna benzer caniyâne edebiyat yazıldığında ve propaganda edildiğinde daha önceleri de söylediniz. Sizler bunu daha o zamanlar söylediniz ve doğal olarak kendi tarzınızda buna karşı mücadele ettiniz. Peki ama sizin mücadeleniz en nihayetinde nereye götürdü?”  Buna karşı sessiz kalırken, “haydutlar ve katiller bıçaklarını bilediler, ,insanları kendi saflarına topladılar ve çeteler örgütlediler, saldırı planları hazırladılar ve harekete geçmek için en iyi anı beklediler. Sizler düşüncelerinize karşı olan şeylere, karşı düşüncelerle mücadele  edebilirsiniz ve etmelisiniz, ama düşünceler olarak adlandırılmaya layık olmayan, kamusal tehlike arz eden “düşünceler” vardır ve bu tehlikeye karşı mücadele aracı sadece insani değil,  bilakis yasa, acımasız ceza yasasıdır.”

Bu maddenin diğer esaslı bir zaafı,  “onun kendisini özgürlük ve düşüncelerin yaygınlaştırılması hakkını ilan etmekle sınırlandırmasındadır. Deklarasyon taslağının bu maddesi bir yandan haydutça, caniyâne, faşist “düşünceler”in özgürce yayılmasının yolunu açarken, diğer yandan gerçekten asîl, ulvî düşüncelerin, dünyanın en iyi düşünürlerinin insanlığı tavan aralarında ve odalarında doğmuş mutlu eden düşüncelerinin hangi araçlarla yaygınlaştırılabileceği hakkında susmaktadır.

J.W. Stalin’in 1936 yılında Sovyetler Birliği Anayasa taslağı üzerine tarihi konuşmasında, ifade-toplanma/gösteri ve basın özgürlüğünden söz edildiğinde, bu konuda tüm bu özgürlüklerin, işçilere toplantılar için uygun yerler, iyi matbaalar, yeterli derecede kağıt miktarları vs. verilmediği şartlarda işçi sınıfı için içi boş, sedâ haline gelebileceğine dikkat çektiğini demesini hatırlatmak istiyorum.” “Özgürlüğü kullanmak için, soylu düşünce ve teorileri pratikte ve gerçekten yaygınlaştırabilmek için gerekli araç ve yöntemler üzerine bu suskunluk- bu  şimdi üzerinde konuştuğum maddedeki büyük bir zaaftır.”

Sovyetler Birliği Delegasyonu, “deklarasyonda yukarıda belirtilen zaafları bertaraf etmek çabası içinde , Üçüncü Komisyona, değiştirmeyi değil, bu maddeyi şu sözcüklerle tamamlamayı önerdi; “Fikrini özgürce ifade edebilme hakkını güvence altına alma amacıyla devlet, halkın geniş kesimlerine ve onun örgütlerine demokratik basın organlarının çıkarılması için gerekli maddi araçların (salon gibi yerler, matbaalar, kağıt vs.) sağlanması vasıtasıyla yardım ve destek verir.” Bu öneride reddedildi.

Bu bağıntıda, Türkiye’de, bir dönem Fransa’nın Ermeni Soykırımı’nı inkâr etmeyi yasaklama kararı konusunda yürütülen tartışmaları hatırlıyoruz. Aynı şekilde ırkçı-faşist Doğu Perinçek’in “Soykırım emperyalist bir yalandır” şeklindeki faşist -ırkçı propagandasını İsviçre Mahkemelerine taşınması ve onun aklanmasını da hatırlıyoruz. Oysa, bu girişimler, doğruydu, caniliği, faşizmi savunan ve kışkırtmayı savunan fikirlerin, propagandaların ve bu temeldeki faşist ve anti-demokratik örgütlenmelerin, demokratik bir ülkede, ilerici ve devrimci güçlerin demokratik temeldeki birleşik mücadele cephesinin baskısıyla, yasalarla frenlenmesi ve yasaklanması uğrunda bir mücadelenin harlanması zorunludur.

5. Deklarasyon  “Her insanın barışçıl toplantılar ve dernekler kurma hakkı vardır” demektedir. Bu elbette kötü bir şey değildir, “ama o da yeterli derecede ileri gidemiyor. Bu madde örneğin sokak gösterileri ve yürüyüşler özgürlüğü hakkında hiç bir şey söylemediğinden, bu maddenin yetersizliği ortadaydı. Sovyet delegasyonu, buna karşı şu öneriyi getirmişlerdi; ”Toplantılar ve mitingler, sokak gösterileri ve yürüyüşler, gönüllü dernekler ve birliklerin örgütlenmesi özgürlüğü demokrasi yararına yasalar yoluyla güvence altına alınmak zorundadır. Özünde faşist veya anti-demokratik tüm dernek, birlik ve diğer örgütler ve  onları her türlü faaliyetleri cezai tehditle yasalar yoluyla yasaklanır.

Bu, insanın temel özgürlükleri ve haklarının kağıt üzerinde kalması ve onlarla alçakça oynanması değil, bilakis onların etkin olması, siyasi eğitmeye ve burjuva hakların ve geniş halk kitlelerinin çıkarlarının korunmasına etkin bir araç olmasına katkı sağlamak için gerçekçi, pratik, derin siyasi içerikle dolu bir maddedir.”

6. Getirilen bir başka esaslı eleştiri, deklarasyonda,  “her insanın, ait olduğu nüfusunun, ırkî, ulusal, dini çoğunluğuna veya azınlığına ait olmasından bağımsız olarak, öz kültürü, kendi anadilinde okul eğitimi, basında, toplantılarda, mahkeme nezdinde, resmi makamlarla ve diğer kamusal kurumlarla ilişkilerde anadilini kullanma hakkı üzerine tek kelime edilmemektedir. Bu bağlamda İnsan hakları Deklarasyonu’nun ilk “Cenevre Taslağı”nın, hiç te tatmin edici biçimde olmasa da ve bu sorunun büyük önemine gerekli ölçüde değer vermese de, yine de bu doğrultuda bir maddeyi içerdiği hatırlatmak zorundadır.

Deklerasyon “böylece, en yüksek oranda anlama sahip sözde ulusal  azınlıklara ait olan, milyonarca kitlelerin en acil ihtiyaçlarını yansıtan, ilkesel olarak onlara karşılık verecek olan önemli taleplerini hiç bir şekilde içermemektedir.

Bu  deklarasyon taslağının esas zaaflarından biridir. Bu, ırk, milliyet, cinsiyet, konum, din ve dilden bağımsız olarak her vatandaşın hak eşitliğine sahip olduğu ilkesinden tutarlı bir şekilde uygulanmasından bir vazgeçiş demektir.

 Bu deklarasyon’un 2. maddesinde her insanın, onun hangi ırka, milliyete, dini gruba vs. ait olduğundan bağımsız olarak, bu deklarasyon’da yer alan bütün hak ve özgürlüklere sahip olduğuna dikkat çekilmesine rağmen, bu deklarasyon’un somut pasajlarında hiç bir şeklde yeterli derecede ifadesini bulmadı.” (Buraya  kadar, anlattıklarım, Sovyet delegasyon yöneticisi, A. J. Wyschinskij’nin 9 Aralık 1948 tarihinde, Genel Kurul’da yaptığı konuşmadan aktarılmıştır. Konuşma, “Halkların Barışı ve Güvenliği için SSCB Nöbette, başlığıyla Tägliche Rundschau Yayınevi, Berlin 1949’dan aktarılmıştır)

III. 

Sovyet delgasyonu burada bazılarını aktarmaya çalıştığım deklarasyonun “somut maddeleriyle ilgili olarak, bu Deklarasyon Taslağı’nın tatmin edici olmadığı sonucunu çıkarmamıza yol açan bir dizi örneğe dikkat çektik. Daha dün söyledğim gibi bu taslak bazı olumlu noktalara ve belirli niteliklere sahip olmasına rağmen, tam da İnsan Hakları Deklarasyonu’nun sahip olması gereken öneminden ötürü, böylesi bir belge var olan biçimiyle Birleşmiş Milletler Örgütü adına Genel Kurul tarafından ilan edilmeye layık değildir. Bu taslağın bir dizi maddesinin, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün Tüzüğünde ilan edilmiş bulunan devletlerin iç işlerine karışmama ilkeleriyle çelişki içindeki taslak hükümlerinden hiç söz etmeksizin, demokratik devletlerin egemenlik haklarını tamamen göz ardı” ediyor tespitinden bulunmaktadır. Şimdi son olarak bu en önemli noktadaki temelsel eleştiriyi de tasvir ederek, yazımızın sonuna doğru ilerliyelim:

1. İnsan hakları ile devletsel egemenlik sorunu arasındaki bağ, aslında bize neyi gösterir ve öğretir?

7. İnsan Hakları Deklarasyonunda, “insan hakları ile devletsel egemenlik sorunu arasındaki bağlantı üzerine dikkat çekişin eksikliği gibi önemli bir zaaf göze çarpmaktadır. Bu, büyük oranda devletsel egemenlik ilkesinin reddi “teorisi”nin tekrar yeniden canlanmış olmasıyla açıklanabilir.”

“Son zamanlarda bütünüyle dayanıksız ve yanlış bir “teori”, devletsel egemenlik ilkesinin gerici ve artık köhnemiş bir düşünceyi oluşturduğu ve devletsel egemenlik ilkesinden vazgeçmenin uluslararası işbirliği için gerekli koşullardan biri olduğu “teori” geçen yılda da oldukça açık bir şekilde ifade edildi.

İnsan Hakları Deklarasyonu taslağ, bu gerçekte devletsel egemenliğe karşı yönelmiş olan ve bunun sonucunda Birleşmiş Milletler Örgütünün ilkeleriyle kesin çelişki içinde bulunan gerici görüşler ve teorilerden etkilenmektedir. Deklarasyon taslağı, bu bakımdan devletsel egemenliğe karşı seferin yeni bir aşamasıdır.

İnsan hakları bir devlet düzeni dışında düşünülemez olduğundan, bu tavırla aslında zaten hem fikir olunamaz. Hak kavramı aslında devletsel bir kavramdır. Evet, hatta daha fazlası, şayet insan hakları devletin koruması ve teminatı altında bulunmuyorsa insan hakları düşünülemez. Aksi  halde onlar kolayca ortaya çıkan, ama keza aynı şekilde kolayca yeniden ortadan kalkan boş bir soyutlama ve önemsiz bir düş haline gelir.”

Sovyet delegasyonu, bu konuda, o dönemde bazı düşünürlerle yütüttüğü polemikleri, burada aktarmayı, yazıyının uzamasına sebep vereceğinden atlıyoruz.

“…Egemenlikten söz ederken, mutlak egemenliği göz önünde bulundurmak gerektiğini öne süren devletsel egemenliğe karşı propaganda, gerçekte kendi ülkesinin daha kuvvetli bir gücün, onun ekonomik gücünün önünde nihaî olarak siyasi teslimiyetini ideolojik olarak hazırlamaktan başka bir şey değildir.

Amacı özellikle zayıf devletlerin ekonomik ve siyasi bağımsızlığını tehdit eden bir dünya egemenliğinin kurulması planlarına karşı direniş iradesini kırmak için kamuoyu görüşünü etkilemek  olan bu yaklaşım konusnda uyarıda bulunmak zorunludur. Devletlerin bağımsızlığının ve halklarının refahının altını oyan böylesi bir propagandaya bizler karşıyız.

 (…)Bu, tekrarlıyorum, daha zayıf devletler için daha güçlü devlete teslimiyetle eş anlamlıdır. Daha zayıf devletler açısından devletsel egemenliği daha güçlü devletin aç gözlülüğünden korunmak için bir araçtır. Ve hâlâ devletsel egemenik güçlü devletlerin dünya egemenliği çabasını zorlaştırmaktadır.”

1948 yılındaki tartışma, sanki bugün yapılan bir tartışmayı andırıyor. Bugün, “artık ulus devlet” ilkesi miladını doldurmuştur, şeklindeki emperyalist egemenliğe yol açan bir teori oldukça rağbet görüyor. Oysaki bu teorinin emperyalist müdahaleyi, ülkelerin iç işlerine karışmayı, ülkeleri işgal ederek politik rejimlerine müdahale etmeyi hedefleyen, mücadeleçi insanların siyasal mücadele cephaneliğinin içini boşaltan, emperyaalist mücadeleyi çağrıştıran savrulmalara yol açıyor. Bu noktada, Afganistan, Irak, Somali, Libya, Sudan, Ukrayna örneklerine daha başka bölge ve ülkeleri ekleyerek örneklendirebiliriz; ama biz sözü, yaşadığımız şu son Suriye örneğine getirerek burada duralım; Büyük güçler ve bölgesel güçler, etki alanı elde etmek, paylaşılmış olan bölgeleri, dengesiz gelişme yasasıyla değişen emperyalist dengelere göre, paylaşılmış  olanı yeniden paylaşmak; enerji hatlarına, zenginlik kaynaklarına, sömürü pazarları uğrundaki rekabette, rakiplerinden bir adım öne geçmek için, daha zayıf devletleri, halkların iç işlerine karışma, ülkelerdeki rekabette kendilerine uydu güçleri besleme ve güçlendirme, vekalet savaşlarını yürütecek çeteler oluşturarak, ülkelerdeki siyasal rejimleri, kendi lehlerine değiştirecek her türlü caniliğe başvurmaktan, ülkelerdeki nüfusun yaratılan siyasal dengesizlik ve kaostan, şiddetlenen sömürüden, kışkırtılan savaşlardan dolayı, yaşam alanlarını terk etme ve komşu ülkelere yada bir gelecek bulma umuduyla kapitalist ülkelere doğru yüzbinlerce, milyonlarca insan yola çıkarmak, mülteci, sığınmacı konumuna düşürülmek durumunda bırakılmaktadır. Devletlerin egemenlik haklarına ve siyasal rejimlerine dışarıdan yapılan  müdadeleye karşı bu anlamda, mücadele edilmesi ve o ülkenin devletsel egemenliğini ve siyasal bağımsızlığını korumasına ister “barışçıl”, ister “vekalet” ya da isterse doğrudan müdahale olsun tümüne karşı halkların direnişi ve siyasal bağımsızlıklarını ve egemenlikleri uğruna mücadeleleri en doğal, tabi haklarıdır.  Emperyalist güçler ve gerici -karşı-devrimci gü.ler halkların mücadelelerine, bu mücadcele öne çıkartıkları taleplerine ve isteklerine bakmıyor, ama tersine neyi görüyoruz: Emperyalist haydutlar ve komşu ülkelerdeki çakallar, “düzeni yeniden kurma”, “ülkeyi yeniden inşa etme”, “anayasal rejim oluşturma” yarışında, nerede, kiminle, nasıl bir masa kurarak, pay elde edebilecekleri, hangi maşayı, ülkenin başına getirebilecekleri  konusunda,  uzun bir maraton yarışına girmiş bulunmaktadırlar. Savaş yeni bir devreye mi girecek ve yeniden alevlenecek mi, gelecek aylarda, yıllarda bunu da göreceğiz. Umut edelim ki, Suriye halklarının, gerçekten özgürlük, gerçekten eşitlik uğrunda, komşu devletlerin işgaline, büyük güçlerin müdahalesine karşı ve onlara rağmen, nüfüsun büyük kesimlerinin verdikleri özgürlük mücadelesiyle, yarattıkları yaşam ve  egemenlik alanlarını kalıcı ve hukuki bir statüye kavuşturmada, başarılarına bir başarılı adım daha atsınlar. 

 2. Deklarasyon, Halklar deklarasyonun en önemli ilkesi olan, her halkın ve her ulusun ulusal olarak kendi kaderini tayin hakkını ve bir devlet düzeninde her halk ve her milliyet için eşit haklarını göz ardı etmektedir!

Son nokta olarak İnsan Hakları Deklarasyonunda bulunmayan ve Sovyet Delegasyonunun “deklarasyon taslağı ile en önemli değişiklik önerisi”ne değinerek, noktalayacağız.

Sovyet delagasyonu, “her halkın ve her ulusun ulusal olarak kendi kaderini tayin hakkının ve bir devlet düzeninde her halk ve her milliyet için eşit hakların kayıt altına alınmasını öngören yeni bir maddenin eklenmesi”ni önerdiler.

Delegasyon  yine “J. W. Stalin’in 1936 yılındaki Sovyetler Birliği Anayasa taslağı üzerine yaptığı tarihsel konuşmasında, SSCB Anayasası’nın, tüm ulusların ve ırkların eşit haklara sahip  olduğundan, ten rengi veya dilde, kültürel seviyede veya devletsel gelişmedeki farklılığın, ve uluslar ve ırklar arasındaki herhangi diğer farklılıkların ulusların  hak eşitsizliğini haklı çıkartacak temel olarak kullanılamayacağından; bütün ulusların geçmişteki ve şimdiki durumundan bağımsız olarak, kendisinin güç veya zayıflığından bağımsız olarak eşit olduklarından, toplumun ekonomik, toplumsal, devletsel ve kültürel yaşamının tüm alanlarından eşit haklardan yararlanmak zorunda olduğundan yola çıktığına dikkati çekti.

Kapitalist  ülkeler anayasalarının, uluslar ve ırkların eşit haklara sahip olamayacaklarından, tam eşit haklı ve tam elit haklı olmayan ulusların olduğundan, ayrıca, tam eşit haklı olmayan uluslardan da, daha az haklara sahip  olan örneğin sömürgelerdeki uluslar veya ırklardan oluşan üçüncü bir kategori daha bulunduğundan hareket ettiği bilinmektedir.”

“..Burjuva anayasaların özgünlüklerinin kayda değer karakteristiğini hatırlatmak çok önemlidir; çünkü, bu taslak aynı özgünlüklerin damgasını taşımaktadır.

Bu, özellikle, her ne kadar ırk, milliyet, dil vs. farkı gözetmeksizin hak eşitliğini ilân etse de kendisini herkesin tüm haklara sahip olması gerektiği şeklindeki genel sözlerle sınırlayan 2. Maddede ifadesini bulmaktadır. Bu doğal olarak bütünüyle yetersizdir. Bu deklarasyonda ilân edilen bu  hakların, bir manda altında bulunan ve kendi başına hükümet etmeyen bölgelerin sakinleri üzerinde uygulanması bakımından genel formül edişlerle sınırlayan taslağın 3.Maddesi daha da yetersizdir.

SSCB Delegasyonu, Üçüncü Komisyon taslağı’nın,  her halk ve her ulusun ulusal olarak kendi kaderini tayin etme hakkı gibi böylesi olağanüstü derecede önemli bir sorunu tamamıyla geçiştirmesine dikkat çekmek zorundadır. ‘Kendi kaderini tayin etme hakkı, yani; sadece bizzat ulusun kendisinin kendi kaderini belirleme hakkına sahip olması; hiç kimsenin şiddet kullanarak bir ulusun yaşamına karışma, okullarını ve diğer kurumlarını yıkmak, gelenek ve göreneklerini zedelemek, dillerini bastırmak, haklarını kesmek hakkı yoktur.(Stalin)” Bu hak, Sovyetler Birliği’nin milliyetler siyasetinin devasa bir kazanımıdır.”

“…Eğer her ulus ve her halkın ulusal kendi kaderini tayin etme hakkı üzerine hükümler İnsan Hakları Deklarasyonu’na alınmazsa, o zaman bu deklarasyon kendi amacını yerine getiremez. SSCB Delegasyonu’nun önerisinde dendiği gibi, “devletler, bunlar arasında sömürgeler de dahil, kendilerini, bizzat kendileri yönetemeyen bölgelerin idaresi için sorumluluk taşırlar. Birleşmiş Milletler’in ilkeleri ve hedeflerinden yönlendirilerek bu bölgeler halkları ile ilgili olarak bu hakkın gerçekleşmesini mümkün kılmak zorundadır.” Eki, bu deklarasyona alınmazsa, o zaman o hiç de tam ve tatmin edici değildir. Şayet bu öneri kabul edilmezse, o zaman bu taslağın”  (“yaşama, özgürlük ve kişi güvenliği, her bireyin hakkıdır”şeklindeki) “3.Maddesi gerekli anlama kavuşamaz.” 

***

SSCB Delegasyonu tüm faaliyetlerinde İnsan Hakları Deklarasyonu’nun en azından şu iki temel talebi yerine getirmesi için iki şey yaptı; “1. İnsan Hakları Deklarasyonu, insan haklarına saygıyı ve ırkı, milliyeti sınıf konumu, din, dil ve cinsiyet aidiyeti farkı gözetilmeksizin herkes için temel özgürlüklere saygıyı, demokrasinin, devletsel eğemenliğin ve devletin siyasi bağımsızlığının ilkeleriyle uyum içinde sağlamak zorundadır. 2.İnsan Hakları Deklarasyonu, sadece hakları ilân etmekle yetinmemeli, aynı zamanda onların -tabii her ülkenin ekonomik, sosyal ve ulusal özgünlüklerini dikkate alarak- gerçekleştirilmesi için önlemler getirmelidir. Sadece biçimsel olarak devlet vatandaşlık haklarının tespiti ile yetinmemelidir. Hiçbir şekilde sadece basitçe vatandaşlık haklarının eşitliği ilân edilip orada durulmamalı, bilakis bu hakkında gerçekleştirilmesi belirli maddi araç ve çıkarılan yasal önlemlerle sağlanmalıdır. (…) Bu bağlamda her ülkenin ekonomik, sosyal ve ulusal özgünlükleri gayet tabii dikkate alınmak zorundadır; bunlar dikkate alınmaksızın bu görevin çözülmesi ve ilân edilen deklarasyonun gerçekleşmesi için pratik yolların bulunması mümkün değildir. İnsan Hakları Deklarasyonu, sunulan bu taslağının belirtilen talepleri karşılamadığı itiraf edilmek zorundadır.” (Yukardaki tüm aktarmalar, 10  Aralık 1948 tarihindeki Genel Kuruldaki konuşmasından aktarılmıştur.)

Noktalarken, sovyet delagasyonun önerilerinin bir çok yerinde, “ insan haklarına saygıyı, ırkı ve milliyeti, sınıf konumu, din, dil ve cinsiyet aidiyeti farkı” veya, “ örneğin sömürgelerdeki uluslar veya ırklardan” veya, “uluslar ve ırkların eşit haklara sahip” veya “ten rengi veya dilde, kültürel seviyede veya devletsel gelişmedeki farklılığın ve de uluslar ve ırklar arasındaki herhangi diğer farklılıklar”dan söz etmektedir.

O dönemdeki dünya ilerici ve devrimci hareketlerin literatüründe, faşistlerin-ırkçıların “üstün ırk”, “aşağı ırk” teorisiyle egemenliklerini haklı çıkarmalarına karşı, “ulusların”, “ırkların” “eşitliği”ni vurguluyorardı. Elbette bu faşist teoriye karşı, bütün toplulukların eşitliğini vurgulamak ve bunun için mücadele etmek doğru ve gerekliydi; zaten bu uğurda milyonlarca mücadeleci insan yaşamını feda etmekten çekinmedi. Ancak, yapılan araştırmalar, bilimin geldiği düzey, insanlar arasında “ırk şeklinde bir ayrıma”la kategorize edilmesinin, anti-bilimsel ve emperyalist bir teori olduğu yeterince ıspatlanmıştır. Bu anlamda, insanların yüzyıllardır yaşadığı bölgelerden, iklimlerden, beslenme kültüründen ve bir dizi daha başka koşullardan dolayı, farklı tenlere sahip olması, görüntüde şekilsel farklılıklar göstermesi, insan toplumunun farklı özsel özellikleri ihtiva eden “ırklar” şeklinde kavranmasını, ve buradan dışsal bazı görünümlere sahip olmaları sebebiyle kategorize etme sonucunu haklı gösteremez. Sovyet Delegasyonunun bir yerinde, “ten rengi ve ya dilde, kültürel seviyede veya devletsel gelişmedeki farklılıklar” şeklinde doğru bir kavramsallaştırma kullanırken, “ırklar arasındaki herhangi bir diğer farklılık” metaforunu devam ettirmesi ciddi bir tartışmaya ve eleştiriye değer bir nokta olduğunu düşünüyor ve buraya not ediyorum. Bu anlamda, yazınımızda, “ırk” kavramını, metaforunu ne kadar erken siler ve geride bırakırsak, dilimizi bir o kadar “ırkçı” kavram artıklarından ve metaforlardan bir adım daha arındırmış oluruz.


İbrahim Atmaca – 11.12.2024

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑